Dedikodu ve Gıybet

Dedikodu

 

Dedikodu –kîl ü kaal-, hakkın dışında söylenen, yapılan, düşünülen her şeydir. Dedikodu Hakkın dışında olan bâtıldır ki, kalbi istila edip öldürür. Konuşulan bir şey ya iyiliği emretmek, ya kötülükten men ettirmek, ya zikretmektir. Bunların dışındaki her şey dedikodu hükmüne girer. Yalanı, riyayı, hasedi, fesadı hâsılı nehy olunmuş her şeyi içinde barındıran dedikodu, bir cehennem kazanı gibi fokurdar. “Masum” bir kisveye büründürülen, halk arasında yaygın bir anlayış vardır ki, o yanlış, hem dedikoduyu mubaha çekiyor hem de hakikati haber veriyor; “Şurada biraz kaynatıyorduk, biraz kaynatalım!” Dedikoduyu masum gösteren bu deyim, gerçekte cehennemdeki kaynamayı haber verir.

 

İki görevli melek, ellerinde kalem, önlerinde açık iki defter, insanı yirmi dört saat murâkabe etmektedir. Söylenen her söz, yapılan her amel, o defterlere kaydedilmektedir. Kayıtlar ne eksik ne fazla, İlliyyîn ve Siccîn adlı defterlere geçmektedir. Hangi ahmak bunları bile bile dedikodu yapar ki? Hangi ahmak, yarın aleyhinde delil olacak bir tutanağa olumsuz bir şeyin geçmesini ister ki?

 

Dedikodu, Şeytan aleyhilanenin zikir meclisidir. Bu meclis, ilim meclislerine muhalif olarak kurulmuştur. Kahvehaneler, cafeler, çay bahçeleri ve daha birçok toplum müesseseleri bu fiilin faaliyet yerleridir. Evler de televizyon sebebiyle aynı duruma gelmiş. Sahabe-i Güzin’den iki şahıs bir araya geldiğinde, mutlaka ilim konuşurlardı. Malayani, dünyevî meşgaleler onların dillerine, hallerine yansımazdı. Onlarda da çoluk-çocuk ve geçim vardı. Fakat onlar, bu tür şeyleri dillerine dolayıp kalplerine akıtmazlar, kalplerini cehennem kazanına çevirmezlerdi. Abdullah ibni Revaha radıyallahu anh bir sahabeyi görünce, elinden tutup bir köşeye çeker; “Gel kardeşim, biraz îmân tazeleyelim” der ve ilim konuşurlardı.

 

Dedikodu öyle bir zulmet ateşidir ki, kalbi yakar. Dinleyenin de kulaklarından girip beynini yaladıktan sonra yüreğine oturur. Dedikodunun girdiği kalpten mutlaka iman nuru çıkar. Bir mü’min, bir dedikoduyu duyduğu an şu ayeti okumalı ki, ateş onun kulaklarından girip kalbindeki iman nurunu çıkarmasın. “Ve boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler; ‘Bizim işlerimiz bize, sizin işleriniz sizedir. Kalın sağlıcakla. Biz şuursuzlarla muhatap olmayız’ derler.”[1]

[1] Kasas Sûresi 55.

 

Gıybet

 

Gıybet, bir şahsın gıyabında konuşup, şahsa savunma hakkını vermeyen çirkin bir fiildir. Bu fiili, Hakk Teâlâ Tekaddes Hazretleri şu âyetle haber veriyor: “Kiminiz kiminizi arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz kardeşinin ölü etini yemek ister mi hiç? Demek tiksindiniz”.[1]

[1] Hucurat Sûresi 12.

 

Gıybet, bir şahsı iyi veya kötü vasıflarından ötürü, şahsın hazır olmadığı bir yerde yargılamaktır. Şahısta mevcut bir haberi konuşmaktır. Zaten şahısta o hâl mevhum ise yalan ve iftira olur. Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz, gıybeti şu şekilde tarif etmişlerdir. “Gıybet, din kardeşini hoşlanmayacağı bir şekilde anmadır.”[1] Muhbir-i Sâdık Efendimiz’in verdiği habere binâen münkir, müşrik ve münafıkların gıybetini yapmakta beis yoktur. Gıybetin aslı, mü’min ve müslim kardeşinin gıyabında konuşmamaktır.

[1] Müslîm, “Birr”, 70.

 

Dil ve kalp ile yapılış şeklinde, gıybet iki türlüdür. Dil ile yapılan, malum olduğu üzere gıyâbî konuşmadır. Bu yapıldığı anda mutlaka helallik dilenmelidir. Helallik dilerken de konuşulan şey söylenmelidir. “Gıyabında konuştuk, hakkını helal et” değil “Gıyabında şöyle şöyle konuştum. Bu konuştuğum şeylerden dolayı hakkını helal et” denmelidir. Helallik böyledir.

 

Kalp ile yapılan gıybet, nispeten dil ile yapılandan daha ağırdır. Çünkü kalbî gıybette; kulak ve dile, oradan beyne varmadan direkt kalbe inen bir gıybet, bir zan vardır. Bunun tevbesi daha zordur.

 

Hakk Teâlâ Tekaddes Hazretleri’nin, gıybeti ölü etine benzetmesinin hikmeti şu olsa gerektir. Ölü, müdafaasız olandır. Eti ise kendisine ait bir aidiyettir. Bundandır ki gıyaben konuşmanın keraheti, müdafaasız birinden bir şey gasb etmektir. Bunu yapan, Hakk Teâlâ’ya karşı savaş açmış olur. Müdafaasız birinin vekîli, velîsi Hakk Teâlâ’dır. Hakk Teâlâ bunu yapandan mutlaka hakkı alır. O’nun sevabını alıp, gıybeti yapılanın da günahını ona yükler. Bundandır ki Tâbiî’nin büyüklerinden zâhid, müctehid Hasan-ı Basrî Hazretleri, gıybetini yapan kişiye bir tabak hurma gönderip, şöyle demiştir. “Kardeşim, sen bizim gıybetimizi yapmakla bize sevabını hediye ettin. Biz de bunun karşılığı olarak sana bir tabak hurma gönderiyoruz. Gerçi senin hediyene karşılık bizimki çok küçük kalır. O yüzden hoş görmeni umarız.” Hakkı anlamadaki idrake bakın ki, böyle asil davranışlar sergiliyor.

 

Dedikodu ve gıybet, birbirinden doğma iki kerih söz demiştik. Gerçekte böyledir. Gıybet dedikodudan doğmuştur. Dedikodunun birçok evladından biridir gıybet. Dedikoduda gıyaben; yalan, iftira, malâyani gibi kerih hallerin genele yansıması vardır. Dedikodu, yalnızca bir şahsın, bir grubun gıyabında konuşmaz, genel itibarıyla isim vermeden, tüm toplumu konuşur. Lehinde veya aleyhinde olduğu da bilinmez. Ama gıybet, bir şahsı, bir grubu dile dolar. Dedikodu gıybete nispeten çok çirkindir. Çünkü helallik dileyeceği bir şahıs olmadığı gibi tevbesi de çok zordur. Tamamıyla zikre, Kur’ân’a muhalif bir faaliyettir. Müşrik ve münafıkların yegâne zikri budur.

 

İdris Yılmaz – Ma’ruf 33. Mektup